22 Temmuz 2010 Perşembe

İlk Lüfer


Yalancı yem ile at-çek yapabileceğim türde bir kamışı Şubat 2010 tarihinde edinmiştim. Öncesinde bir süre boyunca 1.80 boyunda parçalı bir kamışla idare etmiş, daha önceki yıllarda ise ağır ve alakasız bir takımın ucuna taktığım yalancı yemle arada bir denemeler yapmıştım. İlk oltamı on dörtlü yaşlarda harçlığımı biriktirerek aldığımdan bahsetmeliyim. Ama gerçek yeme veda edip sadece ‘at-çek’ ile avlanmam ayrı bir yazı konusudur. 

Yalancı yem ile avlanmayı ciddiye almaya başladığım ilk yıllarda avlağa ulaşımı ancak minibüs eziyetiyle sağlıyordum. Yalancı yem ile avlanmanın en önemli avantajı, ava sabaha karşı başlamaktı oysa. Sabaha karşı minibüs seferi olmadığı malumunuz! Hal böyleyken avlağa akşamdan ulaşıyor kimi zaman yakın arkadaşların ısrarı ile evlerinde konaklıyor ve fakat genelde teknede yatmayı seviyordum. Yaşıtlarımın aksine bu tür berduşluk bana, onların eğlence anlayışından daha cazip geliyordu. Teknede gökyüzünü izleyerek uykuya dalmak her insanın tadabileceği bir yemiş değildir. Bugün hemen her evde merkezi ısıtma sistemi varken ve sobanın ne olduğunu, nasıl yakılacağını bilmeyen bir nesil yetişirken -elden geldiğince- aylaklık ederek büyüyecek özgürlüğü elde etmiş olduğum için mutluyum. 

Daha çocuk yaşta futbol gibi takım oyunlarını sevmez ve kendi eğlencemi kendim yaratırdım. Halı sahada santrafor olmaktansa çimenlerde yuvarlanmayı seçtim. Farklı olmak farklı büyümeyi gerektiriyor sanırım. Bugün dahi beni halı saha maçlarına sokmaya çalışanlar baki! Fakat ben o topa asla girmeyeceğim…

Her neyse, bir akşamüzeri minibüsle vardım denize;  ilk denemeler sonuçsuz. Geceki denemelerden de beklediğimi bulamamış teknede gökyüzüne bakarak ve sabahın getireceği güzelliği hayal ederek uykuya dalmıştım.

Saat 3:30 civarı uyanmış mendirekte yerimi belirlemiştim. O saatlerde parlak renkte bir yalancı yemi, yavaş ve aksiyon vererek çekiyorum. Bir palaska balığı cüssesinden beklenmeyen o mimli mukavemetiyle bana doğru geldi. Güzel renkleri olan bu çirkin deniz canavarının fotoğrafını alamadan suya düşürdüm. O dönemde kaçırdığım avın sayısı üzerine ciddi bir istatistik yapılsaydı en beceriksiz avcı ödülünü alırdım.

Saat yedi sularında her nasılsa bir balık bana acımıştı. O zamanlar ilk vukuatlarına şahit olduğum ve bugünse manevi değerinden ötürü emekliye ayırdığım yalancı yem görevini yapmış; balığı kandırmıştı. Kalama fazla açıktı. Zamanla anlatılan kalama ayarını makinenize, balığa ve kendinize uyarlıyorsunuz.

Suyu döverek bana doğru ağır ağır yaklaşan balık bir lüferdi; oldukça asabi!

Balığı elime aldığımda ciğerlerime dolan heyecan dışarı boşaldı. Yeni tanıştığım bu güzel balığı yüzüme oturan gülümsemenin nezaretinde inceledim. Elimde hiddetle şişiniyor asık suratıyla bana bakıyordu. Keşke onla daha etraflı vakit geçirebilseydim. Bir şeyler içip, oturup sohbet edebilseydim. Hayvanların karşına alıp sohbet edilecek güzellikte olduklarına inandırmışım kendimi bir kere. Doğadaki dostlukta, sohbette her daim kısa olmuştur; bir göz teması kıvamında. Her dokunuş bir an kadar kısa ve fakat hep hatırlanacak güzellikte.

Bir müddet daha ava devam ettim. Sonra minibüse binerek gerçek hayata doğru yola çıktım.

Gerçek hayata dönüş yolunda muhayyel dedi ki; avdayken hiç açlık hissetmeyecek, hiç hastalanmayacak, hiç yorulmayacak gibiyim. Zaman ve mekân var olsa bile soyut ve somut kavramlar birbirine girmişti. Balığın kanı ellerime bulaşmamış mıydı? Kan, tenime değdiğinde kan kardeşi olmamış mıydık? Ellerimdeki kan beni bir katile değil belki bir muhafıza dönüştürüyordu! O güzel lüfer bir gün elbet ölecekti. Hatta bir ağa takılacak, fütursuz, saygısızca davranışlara maruz kalacaktı. Şimdiyse o lüferin hiç tanımadığı birçok insan, resmine ve hikâyesine bakarak, ona gereken değeri veriyor (öyle umuyorum). Lüfer varlığını muhafaza ediyor! Avına saygı gösteren avcı, kimi zaman sadece resimlere bakmakla yetinmeyi bilmeli... 

Hepinize balıkla güzel zamanlar...




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder