14 Şubat 2013 Perşembe

Kıyıda Yaşam

Sırf kendi kayasında mutlu olabilen bir midye, yuvadan koparıldığında mutlak mahiyetine hangi koşulda sahip çıkabilir?

Mendireği arşınlarken, çekilen suyun etkisiyle kayganlaşan zemini hesap etmeden en dibe indim. Böylece karanlık, yosun ve alışkanlığın iş birliğiyle yerimi düşerek belirledim. Topukla sandalet arasına girmiş yapışkan cisimle birlikte ayağa kalktık. Huzurla sarıldığı kayadan böyle koparılacağını nereden bilebilirdi ki! Midyeyi bir kayanın üzerine bırakıp takımları kontrol ettikten sonra atışlara başladım.

Mendirek, gün doğmazdan evvel başlayan hemen her av mesaisinde ilk ziyaret ettiğim avlak.

Gün uyandığında mendirekten ayrılıp doğal bir kayalığın yolunu tuttum. Burası pek uğramadığım, yemle avlanan balıkçıların yatır gibi ziyaret ettikleri bir kayalık. Zira pek av vermeyen bu küçük köşe, dibe takılmış kurşunu, suya dökülen kokmuş yemi ve piknikçilerde dâhil çeşit ziyaretçisinin attığı çöplerle adak adanan bir yatırdan farksız. Oyuklara sokulmuş pet şişeler, keskin kayalara saplanmış poşetler, etrafa saçılmış cam kırıkları ile itibarını kaybetmiş gibi görünen bu kayalığı uzun bir aradan sonra tekrar ziyaret etmiş oldum.

Bir iki atış yapmıştım ki ufak lahozlar bana sırayla günaydın diyerek suya geri döndüler. Nesli tükenme tehlikesinde olan Orfoz ve yakın akrabası bu güzel balıkları boyutu ne olursa olsun suya geri iade ediyorum. Obur yavrularla oyalanmaya son verip, beş altı kilometre kadar yürüyerek çok sevdiğim bir kumsala ulaştım.

Uzun kumsalın iki yanı kayalık ve oldukça sakindi. Suların çekilmesi yığınlaşan çakıllıkta debelenmek yerine kumda rahatça yürümeye olanak sağlanmıştı. Teşekkürler gelgit!

Denizin dingin şarkısı eşliğinde yalancı yemi yüzdürürken kumda ölü bir mavi yengece rastladım. İlk anda bu bana doğal görünse de ilerledikçe ölü ve parçalanmış yengeçlerin hayli arttığını görerek şaşırdım. Bu kadar mavi yüzücü yengeç (Portunus pelagicus) nasıl ölmüş olabilirdi ki? Avı unutup sahil boyu yürümeye başladım. Ondan fazla mavi yengeç parçalanmış yahut sırt kabuğu kırılmış şekilde dağılmıştı kumsala. Başlarına ne gelmişti? Bir kabuk değişimi dönemi diye düşünüp cesetleri incelediğimde çürümüş organları gördüm.  Bu kumsalda gece çeşitli yırtıcıya rastlamıştım ama!... Hatta yengeçlerden biri misinaya dolaşmıştı. Parçalanmış caretta caretta kabuğuna rastladığımda aklıma gelen en kötü olasılık dinamitçilerdi. Zaten yerleşim yerine uzak bir meraydı burası. Kabuk uzun zaman önce bedenden ayrılmış gibi görünse de leş kokusu halen mevcuttu. Koca sırt kabuğu nasıl parçalandı? Olasılıklar... Gençken okuduğunuz cinayet romanları hep insanlar üzerineyse hayvanlara yönelik bir çıkarım yapamıyorsunuz. Bu gaddarlık bu kıyım insan elinden çıkmış; aşikâr. Peki neden?

Uzun süre denizden uzak kalacaktım ve son ziyaretlerimden birinde bu manzara canımı hayli sıkmıştı. Su altında defalarca rastladığım şu yengeçlere asla yiyecek gözüyle bakamadım. Bu ve benzer yengecin turistlik yörelerde, işkenceden farksız insan eğlencelerine -canlı cansız- meze olduğunu hatırladıkça… Av sabahının birinde, ayakucuma kadar gelen gözlerini bana çevirip üç beş saniye bakan ve yüzgeciyle üzerinde durduğum kayayı tokatlayarak uzaklaşan caretta caretta! Belki de öldürülen o! Neden? İnsan neden bu kadar aciz! Bu Vandallığın kökeni nedir? Doğa gittikçe acımasızlaşan Vandallıkla nasıl başa çıkıyor! İnsan yemeyeceği yahut herhangi bir fayda sağlamayacağı canlıyı neden öldürür. Avcı toplayıcı atalarımız gerektiğinde ceylandan çeşit kuşa kadar türlü av yaptı. Avladığı hayvanın etinden, derisinden hatta kemiğinden fayda sağladı. Bugün özellikle kara avcılığı hangi amaçla icra ediliyor?  Doğa insanın değişen avcılık amacına uyum sağlamak zorunda mı? Her şey insan içinse amaçsızca hayvan öldürelim o vakit! Bizler doğayı kafamıza uydurmaya kalktık. Şimdi insanlar gelecek nesiller için endişe duyuyor! Kendi atasını ekol kabul etmemiş insanların gelecek için endişe etmesi gülünç bir çelişkidir. Tüketim çağının evlatları geleceği tüketirken onun için endişe edebiliyor... 

Oysa avcı doğanın bir parçasıdır! Avcı amaçsızca hayvan öldüren bir vahşi değildir. Avcı yemeyeceği yahut gerçek bir fayda sağlamayacağı canlıyı öldürmez. Benim her türlü avcılıktan anladığım bu! Ucunda yalancı yem sallanan bir kamışla sahilde gezinirken neden avlandığımı sorgulamaya başladım. Balık yemek için mi? Yakaladığım balığı satmak için mi? Yaptığım avlarla internet âleminde meşhur olup bundan fayda sağlamak için gereken zemini hazırlamak adına mı av yapıyordum? Vakıa, neden avlandığımı açıklamam ancak yazmakla mümkündür! Aslen bu soruyu kendinize sormanızı istiyorum. Yanıtı benliğinize verin. Avdayken kendi kayasında mutlu olan o midyeden farksızım… Yani ancak kendi kayamda mutlu ve gerçek olabiliyorum. Ben yazmak için ava gitmiyorum. Ava gittiğim için yazıyorum. Bir numune olarak –umarım- bazı insanların avcılığını sorgulamasına vesile olurum. Geçelim!

Vandallar tarafından katledilen yengeçlere baka baka, hicap duyarak avıma devam ettim. Kafada muhtelif düşünceyle atıp çekiyorum. Etrafa dağılmış dikkatim kamıştaki bükülmeyle toparlandı. Dalganın içinde minik bir levrek saldırıvermişti. Her zamanki gibi tasma atmadım. Balık zaten küçük olduğundan mıdır bilmem iğne de oturmadı! Balık dalgaya kapılıp kaçmak üzereyken yakaladım. Minik levrekleri fotoğraflamayı daha çok sevdiğimi söylemeliyim. Tabii ona fazla eziyet etmemek için birkaç fotoğraftan sonra suya bıraktım. Kıyı bildiğin yavru balık kreşine dönmüş.

Atışlara devam!

Kamışa uzun zamandır böyle yük binmemişti... Alıkoymayacağım bir balık olma olasılığı nedeniyle yine tasma atmadım. Tasma atarak ava ciddi zarar verilebileceğini düşünüyorum. O yüzden bunu gerek hissettiğim anlarda dahi nazikçe icra ediyorum.* Balık bastırıyor bende gayet sakin sarıyorum. İlk defa bunca sakin hissettiğim bir av! Çok sürmedi, zira suyun içinde azimle direnen balığın iriliğini görmek heyecanlanmam için yeterli oldu. Suyun bulanıklığı ne olduğunu anlamamı önlüyordu. Yaklaştıkça bir karış suya rağmen vazgeçmeyen bu balığın bir Akya olduğu gördüm. Yalancı yem 7 cm civarında iğneleri ise ince ve kalitesiz! Bu gibi detaylar eskiden endişelendirirdi beni. Artık iğnenin sivriliğine değil paslı olup olmadığına önem veriyorum. Herkesten uzak bir kıyıda yalnız başına avlanıyor, kimsenin gözüne balık sokmak derdi gütmüyorsan, detaylar yerine güzel anlara önem verirsin. Bulunduğum yerde cep telefonu bile ulaşılmazdı. Hayattan kopmuştum! Gergin bir teçhizatın ucunda kuma doğru sürüklenen Akya bana yarenlik etti.

Kumda debelenirken iğne ağzımızdan çıktı. Göremez olduk! Avcı önce gözümüze giren kumları yıkadı. Göz göze geldik; gülümsüyordu.  Elindeki garip cihazı bize doğru tuttu. Sonra cihazı bırakıp bizi kucakladı, cihaza uzattı. Avcının sırtındaki keseye girdik. Yaslandığımız sırtın sıcaklığında uykuya daldık.

Akya sırtımda hareketsiz yatarken kıyıyı son kez taradım.

Akya balığı Akdeniz’in önemli avcı balıklarındandır. Aynı aileden başka türlerle sürekli karıştırılır. Hatta bu balığa tral diye isim takanda var; yaladerma diyende! Bu balık hakiki Akyadır. Akdeniz’in yerleşik türü olduğu gibi Ege ve Karadeniz'de dahi görülmektedir. Bazıları bu balığın Süveyş kanalı marifetiyle bize geldiğini iddia eder. Bu yanlış bilgidir. Kimsenin bu türe balon balığı muamelesi yapmaya hakkı yoktur. En az lüfer kadar değerli ve keyifli bir avcı balıktır. Avladığım ilk avcı balık Akya idi, benden yana katmerli bir değeri var. Akya ve soydaşları üzerine kendimce bir araştırma yaptım, buna dair yazıyı ayrıca paylaşacağım.

Aynı günün gecesi mendirekte atışlar yaptım. Bir palaska balığı kısa bir mücadeleden sonra iğneden kurtuldu.

Sabah erken kalkacaktım, uykuya vakit ayırdım.

Karanlıkta uyanıp hazırlandım. Aynı kumsal zifiri karanlıkta beni bekler! Issıza yürüdüğümün en büyük kanıtı ışıkların geride kalmasıydı. Kafa fenerini arada bir yakarak ilerledim. Kıyıya götüren yamacı dikkatle aştım. Hazır olduğumda feneri söndürerek atışlara başladım. Çocukken karanlıktan çok korkardım. Bence karanlık korkusu biraz kalıtımsaldır. Ve zifiri karanlıkta ne zaman yalnız kalsam tedirgin olurum. Arada bir feneri açıp etrafıma baktığımı itiraf etmeliyim. Kumsalda parlayan bir çift gözü bu taramalardan birinde gördüm; beni izliyordu. Oralarda tilki yahut köpek olması doğaldı. Ve bana zarar verme olasılığı neredeyse yoktu. Hayaletlerden korkacak çağda da değildim. Beni karanlıkta ürküten tek şeyin insan olduğunu fark ettim. Zarar vermeye, yıkmaya, parçalamaya, yok etmeye meyilli sadece insandı. Ne garip! Platon haklı olsa gerek; 'Karanlıktan korkan bir çocuğu kolaylıkla affedebiliriz. Hayattaki gerçek trajedi yetişkinlerin aydınlıktan korkmasıdır.'

Hava aydınlandı, tahmin ettiğim gibi su berraktı. Dünkü koşullar bugünü fısıldıyordu zaten. Dert değil; atıp çekmeye devam! Ölü yengeçlerle bir kez daha karşılaştım. Ülkemiz ormanlarını, kel kalan araziyi parayı basar alırım mantığı ile içinde yaşayan canlısına dahi acımadan yakıyorlar. Nehirler HES uğruna katlediliyor. Üç beş yengeç öldürülmüş çok mu?

Kıyıyı durmadan arşınlamış yorgun düşmüştüm. Güneş sol yandan ısıtmaya başlamıştı. Bir şeyler atıştırıp kayalığa ilerledim. 

Kayalıkta beni öksüz bırakmayan Orfozgilleri bir dizi nasihat eşliğinde suya iade ettim. 


İki kaya arasındaki dar alana bir iki atış yapmaya karar verdim. Kayalardan büyük olanının altında küçük bir dehliz vardı. Fakat oralarda yüzdüreceğim yalancı yeme büyük bir balık saldırırsa ne olur bilemiyordum. İlk atışı bunu düşünerek yapmam ne kadar gülünç. Kamış öylesine büküldü ki... Kalama çıldırdı. Kalamayı herkesçe bilinen ayardan daha sert tutarım oysa! Balık büyük kayanın ardına doğru sürüklüyordu misinayı. Suya doğru hızla ilerleyip kontrolü ele geçirmeye çalıştım. Nafile! Misina keskin kaya yüzeyine sürtünüp kopuverdi. Ağzında sahte yemle giden balık herhâlde yakalayacağım en büyük balıktı. Kim bilir? 

Hafif esen rüzgârda amaçsızca uçuşan misinaya baktım. Takımı toplayıp hızla kaldığım pansiyona gittim. Beş altı kilometreyi yürüyerek arşınladım yine düşüncelerle. Üstümü değiştirdim şnorkel maske ve paleti alıp pansiyondaki arkadaşların soran gözlerine bakmaksızın aynı yolu tekrar arşınladım. Yürürken aklımdan geçenleri keşke şimdi yazıya dökebilseydim. İçimde salakça, çocukça bir umut vardı. Uçuk bir fantasma! Kaçan balığın ne olduğuna dair üç net fikrim vardı; oldukça büyük bir Levrek, Orfoz yahut belki yine bir Akya, fakat dünküne nispeten daha iri. Olasılık olarak bu bir Orfoz ise -ki oralarda daha önce gördüm- avlanmak için çıktığı dehlize ağzında iğneyle korku ve acıyla geri girmiş olabilirdi. Orfoz bunu kesin yapardı. Yahut civarda başka bir yere sığınırdı. Bu sersem düşüncelere eşlik eden, yorgun fakat hızlı adımlarla kumsalı arşınladım. 

Kayalığa ulaştım ve kendimi suya bıraktım. Dehliz hatırladığım kadar derin değildi. Yine de oraya inmek için ağırlık gerekliydi, oda hâlihazırda yoktu. Eğimden ötürü kafamı çarpmamak adına fazla debelenmeden etrafı taradım bir süre. Birkaç fotoğraf çektim. Sanırım bilinçaltım beni kandırıyor, başka bir meşgaleyle oyalayarak kaçırdığım en büyük balığı unutturmaya çalışıyor. Nedir yani ağzında sahte yemle kalmış Orfoza kurtarma operasyonu mu düzenlemiştim. Bunu cidden düşünmüş müydüm? Kim bilir?

Yüzemeyecek kadar yorgun hissettiğimden olsa gerek suda şamandıra gibi gezinmekle yetinip dönüşe geçtim. 

Yolda bir köpek leşi gördüm. Yine insana özgü bir kıyım! İki gündür buradan yürüyerek geçiyorum ve onu şimdi görüyorum... Etrafını saran ot ve kayalara karışmış öylece yatıyordu. Leşiyle bile doğaya fayda sağlamayı beceriyor hayvan! İnsansa yaşayarak her şeyi yok ediyor… İnsanoğlu doğaya dönmelidir. Onu görmelidir. Onu izlemeli ve takip etmelidir. Ancak o zaman varlığı ile değer katar dünyaya. İçinde doğa barındırmayan insan tüketimin kölesidir ve bu köleye dair her şey bir hayvan leşinden daha değersiz…



                                                                                                                        2-3 Kasım 2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder